Yalnızlık asla kendiliğinden bitmez

Sonbaharın ilk esintisinin düşmesiyle beraber içimdeki yaprakları da birer birer benden koparıyordu. Sarıdan bakırın kızılına dönen renkler artık beni farklı bir yolculuğa doğru sürüklemeye başlamıştı bile. Bu, bir göçmen kuş olan gönlümün sıcak diyarını, eski yuvasını arayışıydı! Belliydi ki daha kışlar var bitmek bilmeyen hayat defterimin açılmamış yapraklarında.

Denize doğru tüm şemsiyelerinin kapalı olduğu halde ve üstünde havluların olmadığı şezlonglardan birinin kıyısına oturmuş haldeydim. Sanki kıyıya kendini zar zor atabilmiş, gökyüzündeki adaşlarıyla göz göze gelir gibi birkaç deniz yıldızından başka sessizliği bozan tek şey uzaklaşan gemi kornasıydı. Yanımdaki sessiz deniz yıldızlarına bakıp yalnızlıklarını kendime yakın hissetmiş olsam gerek ki sessizliğimize bir bakış atıp sonra yavaş yavaş limandan son giden gemiyi izlerken gözümdeki damlaları birer birer dudaklarımda hissettim.

Her günkü rutinim sahilin izin verdiği yere kadar gittiğim sabah yürüyüşümdü. Elinde sinema klaketi olan bir adamın, yönetmenin play sözü ile oyunculara klaketi düşürdüğü gibi, rıhtımda ellerinde konfetileriyle sevdiklerini yolcu etmeye hazırlanan, güneşten yanmamak için şemsiyelerini açmış kadınların ve ellerinden düşürmedikleri tahta bavulları ile gemiye binmeyi bekleyen erkeklerin doluştuğu yüzyıl öncesinin yolcu gemilerini bekler gibi gözümün alabildiğinin ötesine uzun uzun baktığım, bazen sessizleşen, bazen kızgın denizi izlemekti. Bir sokak köpeğinin her gün yanıma yaklaşıp “Hadi ben de acıktım kalk artık” demesini bekleyerek geçen çok günlerim vardı.

Günler ve geceler sıradağlar gibi ardı sıra dizilmiş böyle geçip gidiyordu benim için. Mevsimler dönme dolap gibi, sıcağın soğukla, güneşle karın sırası gelince yer değiştirmesi gibi anlamsızdı ve beni oyunlarına katamıyorlardı. Bugün gökyüzü adeta göğsüne kurşun yemiş bir yaralı gibi acı çekiyordu! Karanlık adeta kan gibi akıyordu. Uzaktan ağaç yapraklarının hışırtısından başka hiçbir şey uğramıyordu yanıma, benden korkuyor muydu yoksa ben mi korkuyordum kalabalık seslerden? Yalnızlığım dizlerimin çamurun dibine kadar battığı gibi yürüyemez olmuştu.

Yeni bir balık avı sabahı için hazırlık yapmak için sahilde, Mümtaz Kaptan’dan öğrendiğim yöntemle düğüm atmadan balık ağlarımı tamir ediyordum. Bir çığlık ağırlığından ezildiğim sessizliği bozuyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştığım bir anda yalnız olmadığımı, minik bir kız çocuğunun sesini adeta rüzgârın gücüne dayanamayıp yırtılan bir uçurtma gibi bana doğru düşürüyordu. İrkilip birden koşup baktım.

Bir yengeç, yalnızlığımızı adeta paçavraya dönüştüren bu küçük tatlı kızın minik parmağını ısırıyordu. Hemencecik minik ayak parmaklarını yengecin kıskaçlarından ödünç aldığım gibi, yıllardır kutlamayı unuttuğum doğum günü pastalarındaki mumları üfler gibi o minik parmaklarını üfleyip acısını, dahası korkmuş gözlerini sakinleştirdikten sonra akşamın karanlığı düşmeden hızlıca minik güzel kızını, telaşlı telaşlı arayan annesine götürdüm ve onu “Sara’yı da” ilk kez orada o an gördüm.

Gece, yağmurun da evime kadar girmesiyle bir anda gelmişti! “Alim Usta hani yağmurlar gelmeden çatıyı tamir edecektin?” diye söyleniyordum kendi kendime! Bir yandan da sabaha kadar tava ve tencereyi evimin ahşap damından akan yağmur damlalarına kalkan yapıp, yağmurla bir onun bir benim sırayla kaybettiğimiz setlerle geçen maçımızdan sonra göz kapaklarıma asılmış ağırlıkların etkisiyle bir koltukta yalnızlığıma veda edip rüyama yani belki en çok olmak istediğim yere doğru yolculuğumun ilk saatleri başlamıştı.

Yorgun bir savaşçı gibi uyandığımda aynanın karşısına geçip şöyle bir baktığımda, saçlarımdaki beyazların çokluğuna hayret eder gibi gözlerim takıldı bir an. Önemsemediğim saçımı sakalımı Mümtaz Kaptan’ın beni her gördüğünde şöyle bir saçına sakalına şekil verme zamanı gelmedi mi sözlerini bir kez daha hatırlayıp, hemen traş olup Mümtaz Kaptan’a yardım etmek için hızlıca evden çıkacaktım ama artık orta yaşlı bir adam olup çıkıvermiştim, tabi bu sürpriz değildi benim için.

Hayatı boyunca orası senin, burası benim, koşuşturarak geçip giden iş yaşamı, çalışma hayatı yıllarından sonra, hani ilk görüşte aşk diye tarif edilen ve hayatımda daha önce hiç başka biri olmadan sevdiğim ve lise yıllarımızdan beri ilk ve tek sevdiğim, okuldan çıkış zilini sabırsızlıkla bekleyen, ilk kez bir kızın elini tuttuğum o aşkımı çocuklarımın annesini, o lanet kazada kaybettikten sonra fark ettim kalabalıklar arasında büyük yapayalnızlığı! Hep başkalarının mutluluğu ve gece rahat uyumaları için şehir şehir, ülke ülke dolaşıp onların hiç bitmeyecek taleplerini, isteklerini takip ederken şimdi o zamanları düşünüp hep bu soruyu soruyorum kendime “O arabayı ben kullanıyor olmalıydım! Ve hep yanlarında olmalıydım” ama ben orada, o arabanın içinde yoktum!

İşte o kocaman dünyanın nefesi bile bana yetmezken, şimdi bu küçücük kasaba bile bana uçsuz bucaksız geliyordu! Şimdilerde sadece sessizliğin bana dokunmasına müsaade ederken ve hayatın artık sadece geriye saymasından başka bir şey istemiyordum. Yarın olacak ve ben hayata bir çentik daha atacaktım.

Bugün günlerden yine perşembe ve ben her perşembe yaptığım gibi, sonradan öğrendiğim sabahın daha güne merhaba demesinden önce ağ atıp denizden tuttuğum balıkları satmak için pazara gittiğimde bir kaç arkadaşıma selam vermek için etrafıma bakınırken, karşımda şaşırmış o minik elleriyle ağzını kapatmış gülümseyen küçük kızı yeniden gördüm! Tatlı gülümsemesiyle bana bakıyordu; sanki eski, güzel bir kartpostal gibiydi. Tüm şirinliğiyle ilgimi çekmeye çalışıyordu, ama ben katılaşmış yüreğime nüfuz edemez diye kendime güveniyordum “Sen küçük nasıl oldu bakalım parmakların ağrıyor mu” demişim birden! Hemen yanıma yaklaştı, minik ellerinin arasına kıstırdığı küçük bir tokayı bana uzatıp “Bak bu benim en çok sevdiğim tokam, bunu sana vermek istiyorum.” dedi! “Ben bunu ne yapacağım? bunu ben takamam ki” dediğimde “Belki senin de küçük bir kızın varsa ona verirsin” dediğinde ben öylesine kala kalmışım!.

Belli ki o küçücük bedeninde kocaman bir kalp taşıyordu. Bir küçük kız çocuğu en sevdiği şeyi bana veriyordu, oysa o küçük kız zaten benim için uzun yıllar sonra ilk kez yüreğimi güneşin ısıttığı gibi ısıtıvermişti bile. Miniğin giydiği elbisesindeki gibi üstü puantiyeli küçük tokayı avucumun içine alıp sıkıca tutuyordum. Benim küçük bir kızım ve bir de oğlum vardı ve hep varlıkları ile günlerimi geçiriyordum zaten tokayı kızıma veremeyecek olsam da. Minik ellerinin arasından avucumun içine koyduğu gibi minik tokasını hoplaya zıplaya annesinin yanına giderken, ben de eline şeker verilmiş bir çocuk gibi mutluydum. Küçük bir kız çocuğu teşekkür ediyordu bana içten. Küçük diyordum arkasından, adını bile sormayı yine unutmuştum.

Güneşin gözlerini kısıp ışığını kıskandığı gibi uzaktan cılız bir şekilde parıldayan isli gaz lambasıyla kendini aydınlatan bir balıkçı teknesi limandan uzaklaşıyordu, belli ki bu gece de deniz sadece yalnızlığa ait olacaktı. Oysa deniz edepsiz ve tüm karanlık arzularını sergilemek ister gibiydi bu gece. Sessiz ama ara sıra birden hırçınlığını gösterse de, sakinliğe doğru açıldı ve gece ilerlerken tersine bugün mehtabı sergileyeceğim diyordu fütursuzca. En büyük keyif olarak gördüğüm böyle gecelerde uzun uzun sonu gelmeyen sakin sohbetlerle ve dünya meselelerine kafa yorarak geçen Alim Usta, Mümtaz Kaptan ve benim buluşmalarımızdı.

Sessizlik alabildiğince yakası kavuşmayan bir gömlek gibi adeta boğuyordu gırtlağımı! Biricik karım Balın, çocuklarım Murat ve Işın’ın yokluğunun boşluğu hayatımı doldurmuştu, adım atacak yer kalmamıştı koca dünyada! Kaybettiğim tek şeyin ailem değil sevgim olduğunu da çok iyi biliyordum. Artık kimseyi sevemeyecektim buna kendimi de inandırmıştım!

Güzel bir söz iltifat duyduğumda bile artık estağfurullah, bizden geçti demeden edemiyordum. Belli ki kendime de hak görmüyordum böylesi kulağa hoş gelen sözleri. Sevgi öğrenilen ve unutulan bir duyguydu artık benim için. Kendimden daha çok sevdiğim yavrularımı ve sevgi dolu daha çocuk yaşta lise masalarından beri elini bir an bile olsun hiç bırakmadığım eşimi kaybettiğim içinde, hem kendime hem karıma kızgınlık duyuyordum. Neden!?

Onlar masum, güzel birer kalptiler ve artık cennetteydiler. Böyle düşünmek bile bir an olsun beni rahatlatıyordu, ben bir daha sevgiyi görsem bile nasıl tanıyacaktım ya da tanımak ister miydim? Sevginin bir gün ansızın kapımı çalma ihtimali bile beni çok korkutuyordu!

Küçük Yıldız’ın annesi Sara onun için her gün sahilde içinde rengarenk resimler olan sonu da hep güzel biten hikaye kitapları okurdu. Annesi kitap okumadığında bile Yıldız kitaplarını yanından hiç ayırmaz, resimlere bakar kendince hikayeler anlatırdı.

Yıldız’ın o dinlemekten hiç bıkmadığı ve çok sevdiği hayvan karakterleriyle dolu hikayelerin içine girip kendine roller biçtiği ve hayalinde oyunlar oynadığı o kitaplarının arasına hiç görmediği babasının resmini bir kitap ayracı gibi koymuştu. O gün sahilde annesinin kendisini heyecanlı ve endişeli aradığını ve kendisinin de çok korktuğu için unutup gitmişti. Kitabın arasında minicik elleriyle yazdığı küçük notlar da vardı. Sabah saat kaçta süt içtiği, çay içmek istese de annesinin vermediğini, kendisinin de tıpkı annesi gibi bebeğine çay yerine süt verdiğini yeni öğrendiği okuma yazmasıyla kargacık burgacık yazısıyla yazmıştı.

Üstünde sevimli, minik kurbağa resmi olan kitabın üstündeki etikette minik şirin bir yıldız resmî ve Yıldız yazıyordu. Küçük notları okuyunca bu kitabın o küçük tokalı kızın olduğunu anladım. Mümtaz Kaptan’a geçen günden bahsettiğimde bana küçük kızdan ve annesinden bahsetti; daha önce ben nasıl olur da görmemişim daha önce hiç karşılaşmamıştık dediğimde “Sen daha bu yıl geldin köye dahası köyün bu yakasına seni doğrusu insan içine getiremiyorduk!” Sara ile Yıldız’da bu yıl her bahar olduğu gibi okullar kapanınca hemen gelirlerdi bu yıl geç geldiler.

Elimde kitap Yıldız’ı bulmak için giderken bir boyama kitabı ve bir kaç boya kalemi de aldım ve Yıldız’la annesini şehre gitmek için beklerken otobüs durağında gördüm. Küçük kız aldığım boyama kitabını görünce adeta havalara uçtu ve elimden tutup otobüs geldiğinde de bırakmayınca ben de şehre gitmeye ikna oldum. Sara bakışlarıyla hem özür diliyordu, bir yandan da geçen günkü yardımım için de teşekkür ediyordu ve şehirde bir kahve ısmarlamak istediğini kabul edersem mutlu olacağını söyleyince ve minik Yıldız’ın o masum, heyecanlı, istekli bakışlarına yine evet dedim.

Sara klasik Hollandalı zevkiyle kahve içerken ben bakır semaverde kaynayan çaydan istedim, Yıldız için de çikolatalı sütü hazırdı. Sara sanki yıllanmış dostluğumuza hitap ediyor gibi bana kendinden bahsetmeye başladı!

Sara, yumuşak başlı tipik Hollanda halkının özelliklerini gösteren ama kumral, iyi eğitimli, farklı kültürleri ve hayatları merakından dolayı üniversitede antropoloji okumuş birkaç dili anadili gibi konuşabilen ailesi içinde sakin bilinen, çok okuyan, bilgili, sıcak kanlı ve artık mutluluğu tek çocuğu kızında bulan, güzel ve alımlı olmasının ötesinde iyi niyetli de bir kadındı. Sara sevgiyi tattığını düşündüğü yıllardan sonra yaşadıklarına anlam verememesini batılı kafa yapısına izah edemediğinden yakınırken, artık hayatına kimseyi almayacağına dair kendi kendine söz verdiğini inançlı olarak söylüyordu. Onun için tüm erkekler artık babası ve kendisini yarı yolda bırakan küçük Yıldız’ın babası gibi erkeklerdi!

Sara’nın babası yük taşıyan gemilerde çalışan, o ülkeden bu ülkeye, aylarca evden uzakta kalarak giden bir denizciydi. Babası evde olduğu zamanlarda da gece ve eğlence hayatına dalan sorumsuz bir adamdı. Sara küçük yaştan itibaren hep bir baba özlemi çekmişti. Küçük çocuk yaşlarından beri hep bir baba sıcaklığına ve güvenine ihtiyaç duymuş bu yüzden sahiplenici bir adam karşısına çıktığını düşündüğü o adama hayır diyememişti. Sara’nın annesi korumacı, kuralcı ve biraz baskıcı diğer çocuklarıyla birlikte ayakta kalabilmek için iki işte birden çalışmış sert mizaçlı bir kadındı.

Sara kendisinin yaşadığını kızına yaşatmayacak onun da babasız büyümemesi için elinden geleni yapacağını düşünürdü. Sara kızı için annesi gibi olmayacağına dair de kendine söz vermişti daha küçük Yıldız doğduğunda. Sara küçük Yıldız’la bazen büyüklerin hayatını tanıması için bazen onu yalnızlığına katmamak için içi sevgi dolu oyunlar oynuyordu. Yıldız bu yüzden oyuncu bir kız çocuğuydu ve oda belli etmese de ara ara “Babam beni görünce sevecek mi?” gibilerinden sorular da soruyordu. Belli ki hep bir baba özlemi çekiyordu.

Yıldız elimi bir an bile olsun bırakmıyor, her an benimle oyunlar oynamak istiyordu. Sara çekingen bir sesle Yıldız’ı engellemeye çalışsa da küçük sevimli kız mutlaka bir yolunu bulup şirinliğiyle bizi kandırıyordu. Benim ara sıra kendi kendimle konuşmalarımın ötesinde konuşmayı bile unuttuğumu hatırlayınca bu küçük meleğe hayır diyemiyordum. Sara bir ara “Zaten burada kalmayı istememin bir sebebi de halkınızın sıcaklığı; kendimi ilk kez bir sevgi ortamında buldum bu yüzden kızımın burada büyümesini istiyorum ama Yıldız’ın okula başlama yaşı geldi, okul açılınca bilemiyorum!” dedi.

Akşam evimde yalnız yiyeceğim yemeğimi yaparken bir an tebessüm ettiğimi fark ettim bunun sebebi sempatik sevimli küçük Yıldız’dı. Tüm sevimliliğiyle donmuş ve katılaşmış yüreklere bir bahar gibi gelmiş ve güneşin karlı tepeleri eritip, kar sularının şırıl şırıl akmasını sağladığı gibi her insana dokunuyordu. Arkamdan o tanıdık sesin bana kolay gelsin dediğini duydum. Her fırsatta beni ziyaret edip bazen köy ekmeği, bazen kendi yaptığı vişne liköründen getiren, bol bol eski günleri anlatıp ara sıra bana yol arkadaşlığı yapan Galip Dede’den başkası değildi! Elinden akşam içeriz diye getirdiği likörü aldım ve senden çok gencim ama senin kadar çalışmıyorum dedim! Hazır cevaplılığıyla senin gibi değilim evlat gönlüm genç benim diyordu!

Yağmur mevsimi iyiden iyiye yaklaşıyordu. Çatıdan evime akan yağmur damlalarıyla dans ettiğim günleri düşünüp Alim Usta’yla birlikte çatıyı tamir ederken Alim Usta eve iyi bak artık küçük bir misafirin daha olacak onun için daha çok odun toplaman gerekecek diyerek hınzırca gülümsüyordu.

Evet ya sahi gerçekte kimdi bu Deniz Yıldız’ı? Alim Usta şöyle bir iç çekerek! Sen hiç köyden çıkmadığın için karşılaşmadınız, annesi zavallı kız Sara Hollanda’da bizim buradan gitme tanıdığımız Kadir isimli biriyle evlenmiş sonra küçük kız dünyaya gelmiş dedikten sonra kafasını sallayarak bir ahh daha çekiyordu.

Sara’nın küçük kızı babasını merak etmesi ve ısrarlı sorular sormaya başlamasıyla, Sara uzun zaman aradığı ve haber alamadığı, bir zaman sonra umudunu yitirdiği için aramaktan vazgeçtiği kızının babasını bulmaya Türkiye’ye bu kasabaya gelmişlerdi. Yavrucak çok tatlı! Adam yaramaz biriydi zaten bunu Mümtaz Kaptan’a da her zaman bunu söylerdim diye ekliyordu. Alim Usta adam zaten yılladır buralara da uğramıyor gariplerim gerçeği öğrendiler ama buralara da alıştılar kadıncağız kasabada ve bazı günler de şehirde İngilizce öğretmenliği yapıyor ne de olsa turist çok geliyor buralara! Burayı da çok sevdi, o gün bu gündür buradalar dedi. Sara çok doğru ve iyi bir kadın, yalnız yaşar bizim çocuklara da karşılık beklemeden İngilizce öğretir, tüm köylü kadını, erkeği de çok sever onu diye ekledi.

Alim Usta bana şöyle bir bakış atıp yahu sen köye geleli n’kadar zaman oldu? Köyden uzaklaşıp biraz insanlarla kaynaşma zamanın gelmedi mi artık? Neredeyse 9 yıl olmuştu, benim herkesten uzakta bir geminin batınca kırılan yelken direğine tutunup bir köyün karşı sahiline vurduğum zamanın üstünden geçen yıllara.

Alim Usta’nın babası divan edebiyatı şiirleri yazan biriydi. Tek çocuğu olan oğluna sanatı ve bilimi sevdiği için Alim ismini koymuştu. Alim Usta babasını erken yaşta kaybetmişti. Babası oğluyla ilgili hayallerini de görememişti. Alim Usta annesiyle birlikte annesinin doğduğu bu köye şehirden gelip yerleşmişti. Yoklukla geçen yılları yüzünden annesi babasının hayalini kurduğu gibi oğlunu okutamayacaktı.

Alim Usta babasını haksız çıkartmayacak, okuyamasa da kendisini çok iyi yetiştirecek, elinden her şey gelen iyi bir usta olacaktı. Alim Usta da babasından aşağı kalmayacak kendisi okuyamasa da biricik kızı Müjde’yi en iyi şekilde yetiştirtirmişti ve ülkenin en iyi okullarından birine göndermeyi başarmıştı.

Alim Usta şimdilerde en çok kızından uzak günleri ve onunla dünya hallerine, hayata dair sıcak yaz günlerinde sabaha kadar sohbetlerini ve tavla iddialarını özlüyordu. Fuat “İyi ki geldin sen de bize ilaç gibi oldun” derken bana dönüp “Bak Fuat hayattaki en güzel gün, sevginin doğduğu gündür. Dünyaya gelmek, yemek yemek, etrafı tanımak, emeklemek, konuşmaya başlamak, yürümek, bunları yapmak yaşamak değildir. Bunlar gerçek yaşamı yaşarken hayata ayak uydurmaktır.” diye felsefe yapmaktan da kendini alamıyordu.

Alim Usta kızı Müjde’yle sabahlara kadar süren sohbetlerinde kızının hayatı ve sevgiyi de bilmesi gerektiğini düşündüğü için sık sık hayattan sevgiden bahsederdi. Alim Usta Müjde’ye “Bak ben ve annen severek evlendik hatta severek evlenmenin olmadığı günlerde meyvesi de sen oldun” dediğini anlattıktan sonra “Fuat yaşamaya başlamak, sevginin nefesini ensende hissettiğin gündür evlat” diyordu.

Dünya bir öküzün boynuzunda değil de uzun yıllardır sanki benim sırtımdaydı! O kadar yorgun hissediyorum ki hayata karşı kendimi, sanki dünyanın bütün yükünü üstümde taşıyordum. Bana ve sıcak bir yuva isteyen herkese kucak açan bu köy, Mümtaz Kaptan, Alim Usta, Galip Dede, Elif Abla ve köydeki herkes yeni bir yuva ev olmuştu bana. Yıldız ve Sara ise uyurken kapının çalması gibi gelmişti.

Bir elinde şemsiyesi, diğer elinde küçük bir kova ve küreğini de boynuna astığı gibi küçük, üstünde rengarenk çıkartmalı bezden bir çantanın içine acıktığında da yiyeceği annesinin yaptığı börekten bir iki dilim koymuş ve kollarının arasından hiç düşürmediği peluş köpeğini de alıp yanıma geldi. Fuat benimle oynar mısın dediğinde kapımın zilini çalan bu postacı güvercinini nasıl karşılayacaktım. Ben seninle oynarsam sen de boya yaparken bana yardım edecek misin dediğimde sevimli sevimli çırağın mı olacağım yani senin dediğinde uzun yıllardan sonra sesli güldüm.

Günün uzunca bir zamanını Yıldız’la sahilde kumdan şekiller yaparak geçirirken sessiz sessiz kitabını okuyarak ve ara ara bana dönüp bakarak hem teşekkür eden, hem de beni yorduğu için dudaklarından sessizce üzgünüm diyen Sara ile geçmişti.

Güneş yavaş yavaş perdeleri kapatırken dalgalar da el sallıyordu kumdan yaptığımız Yıldız’ın da çok sevdiği kumdan hayvanlar yaptığımız sahile. Evlerimize doğru yolculuk başlarken küçük Yıldız’ın uykusu geldiğini gözlerinden okurken Sara şöyle kucağına alır almaz küçük kız hemen uykuya daldı. Eve kadar Sara’ya eşlik ettim, bir yandan da sessiz küçük sohbet ettik. Evime doğru hızlı hızlı adımlarla yürürken bende yorgunluk kalmıştı. Hiç hesapta olmayan bir gün böyle bitmişti.

Ertesi günü güneşten önce çalmıştım. Her sabah işe gittiğim günlerde olduğu gibi o günlerden kalma alışkanlığımı hatırladım ve bol köpüklü traş fırçamı ben traş olurken beni izleyen oğlumu aynada gördüm. Küçük yakışıklı oğlumun da yüzüne traş fırçasını sürdüğümde komiklikler yaptığı o günlerin hatırasını yaşarken uzun yıllardır gitmemek için bahaneler bulduğum, doğduğum topraklara gitmek için yola çıktım.

Annemi, babamı, kardeşlerimi ve uzun zamandır görmediğim sevdiğim yakın dostlarımı görmek için doğduğum topraklara adım atacaktım. Uzun bir yolculuktan sonra, damağımızın tadını unutmadığı, uzun zamandır yemediğimiz bir yemeği yediğimizde ki gibi yabancı gelmeyen evimizin kokusunu daha dün evden çıkmış gibi hissettim. Evin kapı anahtarını annemin hep o kuşları yemlediği sabahlarıysa kızarmış ekmek kırıntılarını döktüğü yerden aldığım gibi evimize girdim.

Beni evimizde mutfakta yanan kuzine ile o güzel anne yemekleri karşılıyordu. Her şey sanki eskisi gibi duruyordu, zaman durmuştu. Beni gören en küçük kız kardeşim önce bir şaşkınlık geçirdi sonra evi ayağa kaldıran çığlığı boynuma dolanan kolları arasından yayılıyordu. Evdeki herkes kardeşimin sesine koşuşturmuştu, evdeki herkesin gözlerinde büyük bir şaşkınlık vardı. Büyük bir süpriz olduğunun farkındaydılar, hoş geldin evine oğlum.

Günler sonra arkadaşlarımla sokakta top oynadığım, kalburdan tuzaklar kurup güvercin yakalamaya çalıştığımız için koşuşturduğum yerleri gezerken yeniden eski Fuat’tı gördü gözlerim şükürler olsun diye kendi kendine söylenen annem ve gülümseyen babamla yüksek duvarlı evimizin avlusunda ayak üstü çay keyfi yaparken gözlerimdeki yorgunluğun geçtiğine göre sünnet düğününü bile kaçırdığım ağabeyimin oğluyla top oynayabilirdim.

Bir hafta yeğenlerim, abla ve ağabeylerimle çocukluk günlerimizdeki gibi şamata ile geçmişti. Bizimkilere göre bendeki farklılık büyük bir umuttu, bunu her an sözlerinde ve bakışlarında görebiliyordum. Benim ise içimde farklı bir özlem oluşmaya başlamıştı, neye karşı? kime karşı bir özlemdi bu? küçük bir cırcır böceğine karşı mı yoksa sesi ve hareketleriyle bile bana dinginlik katan ve daha iyi olmamı sağlayan Sara’ya karşı mı? Sanırım hem evimi hem küçük kızı ve oyunlarını hem de iki çocuk olan ve bizleri kontrol eden annesini de özlemiştim. Acaba onlar da beni özlemişler miydi?…

Mümtaz Kaptan’ın eşi Elif abla, Sara’yı ve küçük Yıldız’ı akşam yemeğine davet etmişti. Mümtaz Kaptan da Alim Usta’yı ve üniversiteler açıldığı için okuluna gitmeden önce son kez babasını görmeye gelen kızı Müjde’yle yolda karşılaşınca, ben de sana gelecektim akşam bize bekliyoruz gelmemezlik etmeyin, emir büyük yerden diye davet ediyordu ve Mümtaz Usta Müjde’ye kocaman bir aile olacağız senin de olman güzel oldu, Fuat’ta olsa tam olurduk diyordu.

Müjde her yaz olduğu gibi bu yaz tatilinde de hem para biriktirmek hem de İngilizcesini geliştirmek için turistik otellerde çalışıyordu, ilk İngilizce kelimeleri de Sara’dan öğrenmişti.

Mümtaz Kaptan gözü kara, denizin kokusunu duymadan yaşayamayacağını herkesin bildiği, baba mesleğini oğluna da aşılamaya çalışan, zor arkadaşlık kuran ama güvendiği kişilerle sert rüzgarlı denizlere açılacak biridir.

En büyük keyiflerinden biri sonradan tanıştığı ve en güvendiği kişilerden biri olan arkadaşı olan Fuat’la kadim dostu, çocukluk arkadaşı Alim Usta olmasa hayat eksik olurdu derken kocaman yaşanmış bir hayatı tarif ediyordu. Galip Dede’nin kendi bahçesinde yetiştirdiği meyvelerden yaptığı likörü hatta ona göre dünyada eşi benzeri olmaz dediği vişne likörünü ve sohbet sofrası gecelerinde hararetli konuşmaları ve Galip Dede’yi küplere bindiren iddiaları onun en büyük keyiflerinden biriydi.

Mümkaz Kaptan, Sara’nın en zor günlerinde ona kol kanat germişti. Sara’nın kasabaya yerleşmek istediğinde kasaba halkından onları aralarına alan ilk kişiler Mümtaz Kaptan ve karısı Elif olmuştu. Mümtaz Kaptan Kadir’in Hollanda’ya gitmesindeki payını da hiç unutamıyor ve kendine de kızıyordu! Bu kadın ve bu yavrucağın ne suçu vardı! Ve artık Sara’ya babalık minik Yıldız’a da dedelik yapacaktı.

Akşam yemeğinde Elif küçük Yıldız’ın sevdiği çikolatalı kekten de yapmıştı, Yıldız şirinliği ile oyunlar oynarken, sohbet Fuat’a gelmişti, Sara’nın da merak ettiğini, farklı bir şeyler olduğunu fark eden Müjde hemen Mümtaz Kaptan’a sordu! Fuat Ağabey karşı kıyıda yaşıyor diye biliyordum buraya mı taşındı? Sahi ya Fuat Ağabeyin hikayesi nedir Mümtaz Amca?

Kızı Müjde’ye dönüp gözlerinin önünden film şeridi geçiyor gibi tüm hayat hikayemin en dar sokaklarını sabırla dinleyen Mümtaz Amca anlatmaya başlar “Fuat, bizden çok küçük henüz kırklı yaşlarının başlarında ama saçları hafif beyazlamış bu yüzden daha olgun gösteriyor. Az konuşan, uzaktan sakin ve sessiz biri olarak bilirdik hep. Onu haftadan haftaya taze meyve ve sebze satılan pazarda görürdük bir de kendi başına balığa çıkan uzaktan selamlaştığım biriydi. Gayretli olmasına rağmen emeğinin karşılığını alamıyordu.

Geçen yaz yine bir gün Fuat’la aynı sabah ava çıkarken karşılaştım, ona beraber balığa çıkalım mı benim senin gibi bir balıkçıya ihtiyacım var dedim. Bizim zıpır oğlanı da bir türlü elde edemiyorum. Tabi yardım ederim dedi! Yok hayır yardım değil ortağa ihtiyacım var dedim. İşte dostluğumuz öyle başladı.

Fuat benimle tuttuğu ve hak ettiğinden azını aldığı balıkları köy pazarında satar, karşılığında sevdiği taze meyvelerden satın alır. Baktım özellikle alışverişini köylülerden yapmaya gayret ediyor. Karşılaştığı kişilerin selamlarını ve kendisine mesleğinden ve bilgisinden dolayı bir şeyler sormak, danışmak isteyenleri hiç geri çevirmez uzun uzun yardım eder. Efendi alçak gönüllü biridir.

Fuat orta gelirli kalabalık bir ailenin ortanca çocuğuymuş. Ailesine yük olmamak için daha çocuk yaşlarda ayakkabı boyacısı olarak çalışmaya başlamış daha sonra da bir çok işte çalışmış aynı zamanda da okuluna devam etmiş ve üniversiteyi de başarılı bir şekilde bitirmiş. Az konuşsa da dalıp gittiği zamanlarda anlattığı hayatının en mutlu günü ikizlerinin doğduğu, oğlu ve kızını kucağına aldığı günmüş anlatırken bile gözleri ışıldıyor, kim bilir içinde nasıl fırtınalar vardır. Fuat’ın kardeşleri arasında ikiz olanlarda vardı, kendi ikizleri de olunca bu onu çok mutlu etmişti.

Fuat yoğun bitmek bilmeyen iş hayatından kurtulup oğlunun sünnet olduğu zamana kadar neredeyse hiç ailesiyle vakit geçirme fırsatı bulamamıştı. Nasıl büyük bir kayıptı bu.

En büyük mutluluğu olan çocukları, ilerde onlarla geçiremediği zamanları pişmanlığının en büyük sebebi olacaktı. Fuat kendini anlatırken her zaman iyi bir baba olacağını ve kendi çocukları büyürken kendisi gibi çalışmak zorunda kalmadan sadece okuyup güzel bir hayatları olacaklarına dair kendine söz vermişti bu sözü daha liseden beri hayatındaki tek kadın olan çok sevdiği karısı Balın’ın baba olacağını bir çiçek buketi gibi Fuat’ın kulağına fısıldadığı anda verdiğini anlatmıştı göz yaşları içinde.

Fuat hayatında en çok sevdiği kadından birer parça olacak ikizlerini hayatının en büyük hediyesi olarak görmüştü ve ilk söylediği şey dünyada bir mutluluk varsa ona ben sahibim ve en mutlu adam benim diye havalara uçmuştu.

Balın hayatı boyunca Fuat’ı sevmiş ve en büyük hayali kocaman büyük bir aileye sahip olmaktı. Balın çocukları için işten ayrılmış çok sevdiği mesleği olan bebeklerin dişlerini tedavi ettiği bebek diş hekimliği işine ara vermişti.

Sıra şimdi kendi ikizleriyle geçecek güzel günlerdeydi ve çok sevdiği ikizlerini yetiştirecek ve biraz olsun çok çalışan Fuat’ın yükünü hafifletecekti. Bazen huysuz bir ihtiyar gibi davranmasına bakmayın onun, mutlu olmayı hak etmediğini düşünüyor yazık. İyi adamdır iyi adam.”

Evimize gelenleri çalgın havlamasıyla haber veren Alman kurdu ve sokak köpeği kırması köpeğimizin, siyah ve beyaz bir çok minik yavrusu olmuş, annelerinin etrafında oyunlar oynayıp annesini en çok emen yavru olmak gayretiyle sürekli bir birlerine sataşan yavrular beni öyle mutlu etti ki “Anne bunlar bizim Dost’un yavruları mı?” diye sordum. “ Sen çok uzun zaman oldu gelmeyeli oğlum, Dost öleli yıllar oldu, bunlar Dost’un kızının yavruları. Kocaman oldular ayırmak istiyorum eş dost iyi bakacak kişilere birer tane vereceğim. Neden birini de sen götürmüyorsun?” dedi. Hayatıma yeni bir fert daha katılacaktı, “Harika bir fikir Küçük Yıldız’da bu yavruyu çok sevecektir eminim” diye sesli söylemişim. Annem hemen “Kim bu seni tebessüm ettiren küçük bakalım?” dedi.

Yıldız bizim orada zeki olduğu kadar dışa dönük, insanlara hemen ısınan ama annesinin sözünden çıkmayan ve annesinin izin verdiği insanlarla konuşan sevimli, sempatik küçük şirin bir kız. Zavallıcık, baba diye yanıp tutuşan, küçük oyunlar oynamayı ve herkesi bu oyunlarına katmasını ve kendisini de sevdirmeyi ile bilen bir çocuk. Maalesef babasını hiç görmemiş! Göremeyecek de sanırım. İşte yine böyle bir gün diğer çocukların babalarıyla deniz kenarında oynadıklarını görünce kimsenin olmadığı sahilin daha sakin ve uzak bir yerine kaçıp benim oraya gelmiş. Bir yengeç ayağını ısırıyormuş onu orada ilk kez gördüm sonra o bana, ben de ona alıştım! Annemi yüzünde bir tebessümle bana imalı bakarken yakaladım “Ne” diye sorduğumda ya annesi ona da alıştın mı? Bak babası da yokmuş yavrucuğun belki sende bulur baba sevgisini, özlemini!

En yaramaz olan beyaz yavruyu da yanıma alıp artık daha sık, her fırsatta ve bayramlarda memlekete geleceğimi söyleyerek ailemle vedalaşıp evime doğru yola çıktım. Çocukluk arkadaşım Ramazan beni tren istasyonuna kadar arabasıyla götürecekti. Bir yandan da eski günleri, bisiklet üstünden inmediğimiz günleri ve yaramazlıklarımızı, yemek yedikten sonra para vermeden lokantadan nasıl kaçtığımızı anlatırken, salıncaklı ve içinde kiraz ağaçları olan bahçeye girdiğimde sahiplerinden aynı kıvraklıkla kaçamadığımı bahçe duvarından atlarken başka bir bahçe sahibinin bahçesinin duvarından çıkarttığı sopayı bacağımda kırdığı için bir hafta yürüyemediğimi anlatırken kahkaha atıyorduk! Ama hiç suçum yoktu o bahçeye ben hiç girmemiştim ve o kadının marullarını ben koparmamıştım. Mutlu çocukluk günlerimi ve o günleri yaşadığım yerde olmak beni yenilemişti adeta.

Yolculuk uzun, hiç bitmeyecek gibiydi; sanki vahşi batı buharlı trenleriyle seyahat ediyormuşum gibi gelen tren yolculuğundan sonra kucağımda uyuya kalan yeni yavru arkadaşımla nihayet evime geldim. Alim Usta belli ki bu sefer elini tez tutup çatıyı ve pencereleri tamir etmişti.

Sabah her zaman ki gibi Mümtaz Kaptan’ın yanına tekneye bakmaya gittim bu sefer yanımda yaramaz arkadaşım vardı. Mümtaz Kaptan beni oğlu gibi karşıladı. Bu bizim arkadaş olduktan sonra ilk kez görüşmediğimiz dönemdi. “Yalnız gelmemişsin” diyordu Yıldız görse o da çok severdi! Neredeler ki? “Onlar Yıldız’ın okulu açıldığı için Hollanda’ya döndüler senin haberin yok muydu? Her yıl bahar biterken gelirler okul mevsimi dönerler” Haberim yoktu. Küçük yavruya ismi Yıldız’ın koymasını istiyordum heyecanı içimde kaldı!

Demek ki yaramaz yavrunun ismini ben koyacaktım ve kışın evimde sadece ikimiz olacaktık. İsmi ne olabilirdi? Sara futbolu çok seviyordu kızı Yıldız’ı da fanatik bir futbol sever yapmıştı ve ikisi de sıkı birer Portakalların taraftarlarıydılar, küçücük yaşından beri tüm futbolcuları tanıyor isimlerini bir bir sayıyormuş bunu bana da göstermişti hatta benimle oyun oynayarak annesiyle bir olup beni defalarca yenmişlerdi. Evet bu yavru köpeğin ismini Taraftar koydum; adı oyuncu küçük kız gibi Taraftar olacaktı. Müjde neredeyse kapıp götürdü Taraftar’”ı bir anda her kesin maskotu oldu yaramaz Taraftar. Sara neden hiç bir şey söylemeden gitmişti? İçimdeki burukluğun sebebi bu muydu? Ben de hiç bir şey söylemeden memleketime gitmiştim ama ne diyecektim ve hangi sıfatla.Denizin kollarındaki küçük köy, ılık kış günleri yaprakları dökülen ağaçların çıplaklığı gibi nüfusu bir kaç elin parmaklarını geçmeyecek kadar azalıyordu.

Günler yaz günleriyle ters yüz olmuş gibiydi. Sesler azalmış, her sokaktan farklı dilde rengarenk insanlar çıkmıyordu. Bizim için baharın günleri hayata döndüreceği zamana kadar okumadan yırtıp attığımız takvim yapraklarından başka bir şey değildi.

En çok özlediğimiz şey sabah olduğunu bildiğimiz ama güneşi denizin kokusunu boynundan içimize çekerek karşıladığımız, boyası dökülmüş teknemizde henüz canlı balıkların zıpladığı ve sallana sallana dökülmeden demlediğimiz çayı denize şerefe der gibi içtiğimiz zamanlardı. Şimdilerdeyse deniz sakin ve kapalı gişe oynayan film için bilet bulduğumuz gibi kaçırmadan kısa da olsa denize açılıp ne yakalarsak bereket versin deyip evin yolunu tutuyorduk.

Akşamları Mümtaz Kaptan, Galip Usta ve ben dünya meselelerine, siyasete kafa yorduğumuz zamanlarda Elif Hanım ve Galip Usta’nın karısı Aliye birden homurdanıp yine başladılar siyasete çekilmez olacaksınız derken “Fuat sen bunlara uyma” diyordu Aliye Abla. Geceler böyle geçip gidiyordu. Tabii bir de yeni ev sakinimiz vardı unutmadan yemeğimize ortak olan arsız, haylaz Taraftar.

Kış yavaş yavaş bitiyor sakin akan bir ırmak gibi geçiyordu. Bahar, canlı ve renkli elbiselerini giymiş insanların danslar ettiği bir karnaval gibi geri dönüyordu. Bir yandan da baharın gelmesini neden bekliyordum ki?

Küçük Yıldız ve annesi Sara dönüyor; Yıldız’ı özlemiştim bunu kendime itiraf edemesem de. Taraftarı kardeşleri arasından seçerken de Yıldız gibi oyuncu ve hareketli olmasından sevmiştim, bunu alıyorum dedim hemen. Yıldız’ın serçe gibi bir daldan bir dala konan hareketlerini ansızın “Hadi bana bilmediğim bir hikaye anlat” demesini ve onun, masumca bazen sahilde, bazen annesinin kollarında bazen Mümtaz Kaptan’ın onun için yaptığı küçük koltuğunda uykuya dalıp yarım kalan ve her defasında sonu farklı biten hikayeleri anlatmayı da özledim sanırım.

Sara ve Yıldız bana yeniden özlemeyi hatırlattı. Mümtaz Kaptan bir ağabey desteği ve Alim Usta bana bir baba gibi olmuş sanki yine çocukluğumdaki o kalabalık aile içindeydim. Her geçen gün biraz daha değiştiğimin farkına vardıkça, ürkek bir korku biraz acı içinde yeniden kaybetme korkusundan kendimi sıyıramamıştım.

Sara ve Yıldız’ın geleceğini haber aldığımız günden beri, ben boyarım diye söz verdiğim patalyanın boyasını Mümtaz Kaptan’a bahaneler bulup geçiştiriyordum, çünkü boya yaparken etrafımda ateş böceği gibi uçuşacak minik Yıldız’ın olmasını ve üstünü başını boya ederek ve hiç durmadan bana sorular sorarak etrafımı sarmasını ve öyle çalışmayı istiyordum.

Elinde küçük bir hediye sepeti ve her zaman giydiği farklı farklı sevimli şapkalarıyla tanıdık bir yüz ve Sara beni görmeye geldiler. Sara “Bir anda ansızın öylesine gittiğimiz için özür dilemek istiyorum, bunun için burada olduğunu umut ederek geldik” dedi. Oysa benim içimde yılların eskitemediği bir dosttan ayrı kaldıktan sonra nerede kaldın der gibi his vardı. Mutlu olmuştum yeniden iki güzel kalbi görünce.

Postacı güvercinini uzak diyardaki sevdiğime mektup göndermişim de yeniden bana geri gelmişti. Küçük Yıldız, biraz daha büyümüş ve daha da güzelleşmişti. Bıcır bıcır sesi ile her zaman ki gibi ortamı hemen ele geçirivermişti. Minik elindeki hediye sepetini açıp bana “Bak seninle yapmaya başladığımız deniz kabuklarından süsleri annemle ben tamamladık. Bir de annem üstüne isimlerimizi yazdı, bak bu senin üstünde de ismin yazıyor ve sana annemle en sevdiğim dediğin kitabı da aldık” dedi.

Sara ve Yıldız’ın gelmesiyle gökyüzü açık ve sanki yıldızlar ay ile parti veriyor gibi oldu bu akşam. Çok teşekkür ederim çok mutlu oldum hem sizi böyle iyi görünce, hem de hediyeler için. En sevdiğim şiir kitabı ve sevdiğim baskısı.

Ertesi gün ve ertesi gün sabahın ilk saatleri ile henüz daha yeni yüzünü yıkamış halde minik Yıldız, o cırcır böceği sesiyle “Fuat bugün de bana sahanda yumurta yapar mısın?” diyerek çıkageliyordu.

Ağabey diyecektin hani anlaşmıştık! desem de hala bana Fuat diyordu, bu bile hoşuma gidiyordu. “Yıldız acaba beni mi yoksa yeni dostun Taraftarı mı görmeye geliyorsun bakayım” diye gülerek sorduğumda maskotluğuyla “İlk önce seni çünkü ilk seninle arkadaş olduğum için, sonra Taraftar” diyordu.

Yıldız Taraftar’dan bir metre bile uzakta olmak istemiyor gibi her an onunla oynuyordu ve diğer çocukları da oyunlarına katıyordu. Sara her defasında o mahcup haliyle “Sende baba özlemi ve sevgisini hissediyor lütfen seni fazla yormasına müsaade etme” diyordu.

Sara’ya “Benim için büyük bir keyif onunla vakit geçirmek, sen bunu düşünme lütfen” diyordum. Yıldız geçen yaz hep bir salıncağı olsun istiyordu beraber yapalım dedim! Bir bulmacanın parçaları gibi dostlarım Mümtaz Kaptan, Alim Usta, Sara ve Yıldız sanki yeniden bir aile olmuştuk! Taraftar da bu aileye en son katılan fert olmuştu.

Sara ve Yıldız okul ve derslerin dışındaki tüm vaktini teknede bize yardım ederek geçiriyordu. Sara “Bari size yardımım dokunsun biraz olsun zaten çok mahcup oluyorum” diyordu Mümtaz Kaptan’a. Ben ve Mümtaz Kaptan bundan hiç rahatsız değildik. Sara ile birlikte kayık tahtalarından ve çıpa halatından yaptığımız salıncağı bitirip Yıldız’ı salıncakta sallarken kendisi ve kızının benimle olmasının kendisine nasıl da güven verdiğini söylerken, ilk kez göz göze geldik.

Mümtaz Kaptan yıllar içinde bir çok tayfa çalıştırmıştı, bunlardan biri de Kadir isimli bir gençti. Kadir köye yakın başka bir köydendi, kendi köylerinin denize çıkışı olmadığı için Mümtaz Kaptan’ın yanında çalışmaya başlamış ve yaşlı annesine bakmak zorunda olduğunu söyleyince Usta onu hemen yanına almıştı. Kadir teknede çalışırken hep yoksuluk çektiğini bundan kurtulmak için Avrupa’ya gitmeyi kafasına koyduğunu ve ilk fırsatta bunu denemek istediğini anlatıp duruyordu ve bunu annesi için istediğini de ekliyordu.

Mümtaz Kaptan Hollanda’da yaşayan kardeşi Mehmet’e Kadir’den bahsedip yardım istemiş ve Kadir için davet mektubu göndermesini istemişti. İşte Kadir’in Hollanda macerası böyle başlamıştı. Sara antropoloji okurken, Asya halkları fenotiplerini araştırıyordu. Bir gün araştırma yaparken Türk’lerin yoğunlukla yaşadığı bir bölgede Kadir’le tanışmıştı.

Kadir heyecanlı ve tipik doğu halkı kültürü yapısındaki tutkulu, meraklı ve tutkulu kişiliğiyle Sara’yı etkilemiş ve hep istediği sahiplenme ve korunma isteğini Kadir’de bulduğu için kısa sürede Kadir’e bağlanmış, ona aşık olmuştu. Kadir’le kısa sürede ciddi bir ilişki yaşamaya başlayan Sara evlenme hayalleri kurarken ne zaman bunu ona belli etse Kadir bir bahane bulup Sara’dan zaman istiyerek bir yılı geçirmişti.Kadir bir gün taşımacılık yaptığı kamyonunda yasa dışı kaçak mal ile yakalanınca gözaltına alınır ve karakola götürülür. Sara’ya suçu olmadığını ve daha dilini bile bilmediği bir yerde ne taşıdığını nasıl bilebilirim diyerek Sara’yı da inandırmıştı. Sara bütün parasını verip en iyi avukatlardan birini tutmuştu.

Kadir izinli çalışmadığı ve suç işlediği için iki yıllık cezanın ardından kalan altı aylık cezasını da Türkiye’de çekmesi için sınır dışı edilir. Sara iki yıl boyunca her hafta hapishaneye gitmiş ve elinden geldiğince Kadir için gardiyanlara para bırakmıştı. Bu geçen iki yıl içinde küçük kızı Yıldız da dünyaya gelmişti.

Sara kızının ismini Kadir’i içeride mutlu etmek için gökyüzüne baktıkça onu görsün diye Türkçe bir isim Yıldız koymuştu. Yıldız babası hapisteyken iki yaşına basmıştı. Kadir Türkiye’ye gönderilirken cezam bitince siz de Türkiye’ye gelirsiniz demişti.

Sara, Kadir’den ülkesine döndükten sonra üç dört ay haber almıştı daha sonra bir daha haber alamaz olmuştu. Sabırsızlıkla Yıldız’ı babasına kavuşturacağı günü düşünerek geçen günlerden sonra ulaşamadığı Kadir’i bulmaya çalışarak aylarını da geçirmişti. Haber almak umuduyla her hafta Türk Elçiliği’ne gidiyordu artık umudu azalmıştı, bir ara Türkiye’ye de gitmiş ama Kadir’i bulamamıştı. Yoksa Kadir’in başına bir şey mi gelmişti?

Aradan iki yıl daha geçmişti minik Yıldız dört yaşına basmıştı. Bir gün Mümtaz Usta’nın Kadir için kardeşi Mehmet’e yazdığı mektubunu bulur ve artık Ege ile Akdeniz’in kesiştiği o kasabadan haberdar olmuştu.

Kızının her gün artan babasını merakı sorularına ve Kadir’den haber alamamasına yanıt bulmak için onu aramaya, bu küçük köye gelmeye karar vermişti. Kısa bir süreliğine başlayan Türkiye macerası ve yeni hayatı Mümtaz Kaptan’ı bulmasıyla yeni bir hayata dönüşecekti. Sara aradığı Kadir’i ve sorularına yanıtı kısa sürede bulacaktı. Kadir evli ve 3 çocuğu vardı.

Mümtaz Kaptan da yıllar sonra Kadir’in köyüne yolu düştüğünde Kadir’in annesini ve nasıl olduğunu bir ihtiyacı olup olamadığını köylülerden sorduğunda, annesinin yıllar önce öldüğünü, köyde eskiden karısı ve çocuklarının yaşadığını bir yıl öncede Kadir’in onları da alıp gittiğini anlattıklarında öğrenmişti. Uzun bir zamandır da haber alınamıyordu. Sara hayat hikayesinden bu kesiti Mümtaz Kaptan’a anlatırken aradığı cevapların kalan kısmını da Mümtaz Kaptan’dan almıştı!

Sara, Fuat’ın gözlerinin içine bakıp “’İşte benim hayat hikayem bu” dedi ve güveni ararken kayalıklara çarpmış bir gemi enkazından beni ve hayattaki tek varlığım kızımı her gün biraz biraz kurtarıyorsun derken Fuat’ın içinde yeniden sevgi filizleri toprağı çatlatıp uç veriyordu.

Bazen kendini iyi hissetmeye çalışmamak ve olabildiğince berbat hissetmekte gerek. Umut bizimle doğan, bizimle büyüyen yolda yürürken bazen elini bıraktığımızda kaybetmekten korktuğumuz şeydir. Hayat yollara benzer. Yalnızlık aynalara bile ihtiyacın olmadığı günlere verilen addır. Herkesin sabah kalkması için bir sebep olmalı hayatta.

Sevgili oğlum Murat ve kızım Işın ve hayatın bana bahşettiği çiçeğim karıcığım Balın, sevgi bizim için değişmeyen ve değişmeyen tek şeydi hala öyle. Sizleri canlarımı kendi canımdan daha çok seviyorum ve her geçen gün daha da çok seviyorum.

Sevgili oğlum ve güzel kızım, siz her geçen gün kalbimde büyüyorsunuz, gözlerimi kapatıp sessizce denizi dinlerken sizin eğer yaşasaydınız şimdi nasıl olacağınızı, boyunuzu, giyeceğiniz renkli kıyafetleri, ben sevmesem de parmak arası terlik giyip sahilin serin kumlarında oynadığınızı, denizin serin suyunda yüzdüğünüzü hayal ediyorum.

Biliyorum ki sizinle ben de büyüyecektim ve evet sizinle yanınızda olamasam da ben büyüdüm. Siz ikiniz ve canım anneniz, ilk aşkım, sevdiğim kadından izin istiyorum. Bu sözleri kendime nasıl söylerim diye düşünerek geçti aylarım, benim için bile aylar almışken size bir çırpıda nasıl söyleyeceğimi bilemedim.

Eğer kalbinizi kırarsam beni affedin sevdiklerim. Hani çocuklarımdan ve senden sonra en çok sevdiğim şey dediğin denizin dibinde diz çökerek ve beni dinlediğini düşünerek söylemeye cesaret ediyorum bu sözleri.

Sevgili karıcığım zamanın iyileştiremediği tek şey sana olan aşkım. Sevdiğim şaka yollu da olsa söylerdin bana bir şey olursa diye ben de elimle ağzını kapatıp bu sözü tamamlamana izin vermezdim. Şimdi izin istiyorum senden, bir minik kalp buzul alan kalbimi eritirken, bir kocaman yürekli kadın senden sonra derinlere gömdüğüm duygularıma nefes oldu.

Kalbimden ve aklımdan biran bile uykumda siz olmadan nefes almayacağımı biliyorum. Sana ve yavrularıma da söz veriyorum. Biliyorum ki sen de tanımış olsaydın seveceğin bu güzel kalpleri seviyorum. Sevgi yer değiştirmez, seven bir insanın kalbi sevdikçe büyür. Kalbim ve sevgimin sahibisiniz.

Sara bir kaç yıldır arasının sıcak olmadığı annesine mektup yazmıştı, resmi bir tonda mektubuna başlıyordu.

“Sevgili Annem,

Artık yalnız olduğunu ve büyük eve ihtiyacın kalmadığını daha küçük ve sıcak bir eve taşınacağından bahsetmiştiniz son görüştüğümüzde, taşındınız mı? Hâlâ o adreste olduğunu umut ederek yazıyorum.

Sevgili anneciğim belki de senin yaşadıklarını ve hissettiklerini anlamam için benim de yaşamam gerekiyormuş. Seni şimdi çok daha iyi anlıyorum ve seviyorum. Yıldız burada çok mutlu ve her geçen gün biraz daha büyüyor.

Yıldız meraklı haliyle şimdi seni daha çok merak ediyor ve seni görmek istiyor. Sevgili anneciğim, ruhu derin ve güzel bir adamı seviyorum yüreği yaralı olsa bile. Turkuazın maviye çaldığı denizin olduğu bir yerde kalbimizin elinden tuttu tek torunun ve benim, derinliği kadar da berrak ve açık ve sakin bir adam.

Onun ruhu bir meyve ağacının narin dal parçası gibi, sana layık bir kız olmak ve senin parçan bir çocuk yetiştirirken elimin yalnız olmayacağını umut ederek sevgimin büyüklüğünü sana anlatmam gerek.

Belki daha uzun zaman alacak bunları ona da söylemem ama zaman hayata ilaç olduğu gibi sevgiye de su olacaktır. En kısa sürede cevap alabilmek ve bu sıcak topraklara bizi ziyaret etmeni sabırsızlıkla bekliyorum.

Kızın Sara”

Hayatımızın pencereleri, kapıları, bazen yalnız kalıp ağlamak isteyeceğimiz odası vardır. Hayat sahip olduğumuz daha güzeli olsun istediğimiz bir ev gibidir. Her yerden güneşi görsün isteriz ve taze nefes almak için pencereyi açmak ve yaz günleri sabahları güneşin sessizce kuş seslerini de beraberinde getirip içeri sızması sevgi kalbimize sızar. Sevgiye en çok sığınmak isteriz.

Sevgi sığınılacak bir güvendir. Aşk ise bir papatya falının son yaprağının hep seni seviyorum ile bitmesidir. Duygular kalbimizden çıktığında, ilk önce sevdiğiyle el ele tutuşur. Bu mutluluktur.

Sara Yıldız’ı da alıp yine şehirden döndüğü bir sırada bizde denizden henüz dönmüştük. Yıldız Fuat’a gidelim lütfen lütfen diye tutturunca, tekneyi aborda ettiğimde ellerinden tutup tekneye çıkmalarına yardım ettim.

Sara bana bakıp gülümseyerek “Tutamadım kızı sana gelmek istedi” dediğinde ya sen? Dedim o da ben de dedi ve ekledi. “Fuat bana geldiğin kadar yakınım sana, dalıp uzaklara gittiğin kadar uzağım. Biz fırtınada batmış iki yelkenli gibiyiz, kurtarılabildiğimiz kadarıyla hayatta kalan ve fırtına tersten esse de bizi karaya sürükleyemeyecek bir yakınlığım var ve bunun içinde sevgi var” “Ben de bunu kalbimden hissediyorum” dedim. Kalabalık insanların yanında bir an göz göze gelmek ve o bakışı yakalamaktır sevgi.

Yıldız’ın ve Sara’nın elini tutup “Sizi bana getirdiği günden beri söylüyorum hayata, bir planı ve bildiği vardır diye.” Sara “Güveni ve sevgiyi kaybettiğim topraklarda seni bulmam içinmiş zamanın bizi olgunlaştırması.” dedi.

Yeniden sevmek, sevdiklerimizin sevgisinin yerini asla değiştirmez. Hiç bir sevgi de diğerinin yerini almaz. Sevginin çokluğu değil azlığı kötüdür ve sevilenler hiç bir zaman sevgilerini kaybetmezler.

İçimdeki sesler,

Dışımdaki dünya,

Ve gökyüzünde ben,

Hep tek başıma…

Kalbimdeki izler,

Yüzümde çiziklerle,

Hep gökyüzünde,

Tek, tek başıma…

Uçarım ben içimdeki aşkla…

Siyah beyaz renksiz pullarımla…

Beni sevmeye kanatlarımdan başla…

Ama konamam, beyaz avuçlarına…

Ben bir kelebeğim…

Yarın öleceğim…

Kanatlarım emanetti…

Çırılçıplak gömüleceğim…

Sessizlik…

En güçlü sesim…

Rüzgar benim nefesimdir…

Yalnızlık…

zırhım…

özgürlüğüm…

miğferimdir…

Her yol karanlık…

ama aşk benim…

Güneşimdir…

Dr.Taşkın Sarıkaya

04/02/2016 – 20:04

Resimler Volegov

Yorum bırakın